Sessiz geçen bir gündü. Evet, kesinlikle oldukça sessizdi. Fırtına öncesi sessizlik gibi. Her şey o kadar normaldi ki. Bana selam veren yetişkinler, ne yaptığıma bakan meraklı öğrenciler, günlük güneşlik bir gün, kalabalık, gürültü...
Düşünüyorum da, diğer günlerden ne farkı var? Olması gerekende bunlar değil mi? Değil işte. İçimde nedensiz bir sıkıntıyla boğuşuyorum. Aklım düşüncelerin zalim çığlıklarıyla doluyken, boş yere eziyet çekmemin nedenini bilmeden yürüyorum.
Ayaklarım beni yeni açılan kitap dükkanına getirmiş. Farkında bile değilim. Kafamı kaldırıp inceliyorum. Fazlasıyla karanlık. Belki de ihtiyacım olan biraz karanlıktır diyip, içeriye başım dik bir biçimde giriyorum.
Önümü göremez bir şekilde ilerlerken tanımlayamadığım bir şeye çarpmamla duruyorum. Başım zonkluyor ve fikrimi anında değiştirerek buradan bir an önce çıkmak istiyorum. Neden içeri girdim ki? Yavaşça geriliyorum. Nedense tüm alarm zillerim kırmızı ışık veriyor. Kimsenin duymaması gerekiyormuşçasına nefes bile almaktan çekiniyorum.
Tahminimce geldiğim yere dönerken gözüme ileriden bir ışık ilişiyor. Meraklı olmak insanların yapısında vardır. İşte, benimkinde de var. En delici bakışlarımla ışığın geldiği tarafa doğru gözlerimi odaklıyorum. Bir vücut, bir kol- karanlık işaret.
Dehşet içerisinde hızlıca gerilediğimde boğazımdan çıkan bir inleme ve devirdiğim bir rafın gürültüsüyle karanlık işaretin sahibi beni görüyor. Buz mavisi gözler beni delip geçerken, tek yapabildiğim çıkardığım asaya sarılmak...