Whisper of Death RPG
Sitemize hoş geldiniz.
Lütfen giriş yapınız ya da üye olunuz.

WoD Yönetimi.
Whisper of Death RPG
Sitemize hoş geldiniz.
Lütfen giriş yapınız ya da üye olunuz.

WoD Yönetimi.
Whisper of Death RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaKapıLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Nikolaj was here.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Nikolaj von Andel

Nikolaj von Andel


Rp Sevgilisi : Grease yağı.
Mesaj Sayısı : 9
Kayıt tarihi : 14/07/13

Özel
Rp Puanı:
Nikolaj was here. Left_bar_bleue100/100Nikolaj was here. Empty_bar_bleue  (100/100)

Nikolaj was here. Empty
MesajKonu: Nikolaj was here.   Nikolaj was here. Icon_minitimePaz Tem. 14, 2013 8:51 am



    Gündüz son kez kanat çırptığında gökyüzünde gece hafifçe çökmeye başlamıştı. Tüm İngiltere mutlak bir karanlığa gömülmüş, sokaklara sessizlik hâkimdi. Tüm normal kişiler sıcak yuvalarında benliklerini uykuya teslim ederken Jeanne büyük malikânenin kütüphanesinde mum ışığında yapayalnız, cama vuran yağmur seslerini dinliyordu. Elindeki kitabın sayfalarını bilinçsizce çeviriyor ve her on dakikada bir saati kontrol ediyordu. 00.00 ‘ı uzun süre önce geçmişti saat ve kadın uykusuzluktan ölmek üzereydi. Günlerdir uyumuyordu zaten, üzerinde çalıştığı makale için ayakta durmak zorundaydı. Hedeflediği kısmı bitirmeden önce uyumak ihanet etmek gibi geliyordu. Bu yüzden günlerinin çoğunu ya çalışma odasında geçiriyor ya da kütüphanede sabahlıyordu. Bu yüzden malum kişinin yüzünü görmeyeli günler olmuştu. Özlemiyordu zaten. Evet, özlemiyordu… Sadece merak ediyordu, bir adam her gece her gece neden dışarıya çıkardı ki? Ne yani ne vardı bu sokaklarda! Kitabını sinirli bir şekilde yanındaki masaya fırlattı ve hışımla ayağa kalktı. Cama doğru yürüdü ve elini buz gibi olmuş cama dayadı. Elinin sıcaklığıyla birlikte yumuşak bir buhar dalgası oluşmuştu camda.

    Akşam belli bir saate kadar Roy ona yardımcı olmuştu. Hastalarıyla ilgili tuttuğu notları sadece onun düzenlemesine izin veriyordu Jeanne. Çocukları bile dokunmaya kalktığında inanılmaz bir şekilde sinirleniyordu. İşi konusunda aşırı titizdi, zaten elinde başka nesi vardı ki? Hayatı elinden alınmış bir kadın için işi tutunacağı tek daldı… En azından Roy çıkmasaydı odasına, diye düşündü. Onunla zaman geçirirken bu kadar sinirlenmiyordu Marquise’a. Ama yalnız kaldığı zamanlarda, her saniye başında sinir katsayısıyı katlanarak artıyordu Nasıl artmasın? Beyefendi ne zaman istese dışarıya çıkarken Jeanne çıktığında sorumsuz anne oluyordu. Dolayısıyla kadın oldukça sinirliydi bu konuda. Ondan çocuğu olması demek hayatını ona adamak zorunda olması demek değildi en nihayetinde. Yumruk yaptığı elini pencerenin kenarına vurdu ve hafif bir çıtırtı duydu elinden. “Ah, lanet olsun!” Psikiyatrist olarak daha kendisine engel olamayan birisi nasıl olup da bu kadar başarılı bir doktordu, bu da ayrı bir merak konusuydu. Eline bir şeyler sarmak amacıyla mutfağa doğru gitti ve çekmecelerden birisini açtı. Gümüş yemek takımlarının yanında duran – ki bu bile çok saçmaydı- çocukların basketbol oynarken kullandıkları şu bilekliklerden birisini aldı ve eline geçirdi. Bir bu eksikti, diye düşünüyordu bir yandan. Tam işini bitirip kütüphaneye döndüğü sırada kapının sesini duydu. Gözlerini sinirle kıstı ve oradan çıktı. Elini çoktan unutmuştu. Karşısındaki adama eleştirel gözlerle bakıyordu. “Daha sabah olmamıştı biraz daha gezseydin ya? Şimdi ne yapacak o çok eğlenceli arkadaşların sensiz.” Kavuşturduğu kollarını sinirle öyle çok sıkıyordu ki az önce kıramadığı eli her an kırılabilirdi. Zar zor bir iki adım attı ve adama yaklaştı, başını hafifçe yana yatırmış sinirli gözlerle ona bakıyordu. Ateş saçan gözler… “Evet? Duyamadım seni? Bu lanet olası evin bekçisi ben miyim! Neden bir tek ben yalnız olmak zorundayım. Defolup gideceğim bir gün, o zaman görürsün.” Evi terk etme en büyük kozlarından birisiydi. Gerçekten çok sinirlendiği anlarda bunu öne sürüyordu; ama hiçbir zaman işe yaradığını görmemişti. Evdeki çok pahalı birkaç antika eserinin kırılması dışında hiçbir işe yaramamıştı…

    Geçmiş gözünün önünden bir film şeridi gibi akarken tepkisiz kalamıyordu işte. Marq’ın kendisini böyle saçma sapan bir hayata sürüklemesine izin veremezdi. Jeanne sırf onun isteğini yerine getirmek için tüm yaşantısından vazgeçmiş, yanında yaşamaya başlamışken adamın böylesine umursamaz tavırlar içinde olmasından nefret ediyordu. Onun kendisine zarar vermesine seyirci kalmaktan nefret ediyordu. Her gün onlarca hastayı tedavi edip, ölümün kıyısından yaşama geri döndürürken sevgisini itiraf etmeye bile çekindiği bu adam için hiçbir şey yapmamak… Çocuklarını da alıp buraya geldiği o güne her saniye lanet ediyordu. En azından uzaktayken nefret etmek daha kolay oluyordu. Kendi kafasında büyütüp büyütüp sinirleniyordu ve çocuklarını da daha rahat büyütüyordu. Daha disiplinli… Yıllar boyunca onu nasıl da sevmişti ve bu sevgisini nasıl da başarılı bir şekilde saklamıştı. Asla ona hoşgörülü davranmamıştı, her daim yaptığı her hatayı yüzüne vurmaya gayret ediyor; eline geçen her fırsatta onu küçültmeye çalışıyordu. Tek isteği Marquise’ın kendisine zarar vermeyi bırakmasıydı. Bir insan nasıl olup da her gece bu kadar içebilirdi ki?! Tamam kurtadamların vücudu biraz daha farklı işliyordu ama türü ne olursa olsun bu kadar alkol mideyi iflas ettirmeliydi. En azından Jeanne öyle düşünüyordu.

    Kendi hayatını bir hiç uğruna mı feda etmişti yoksa? Yaşayacağı zaten kısa br hayatı vardı. Kısacık bir hayat, bir solukta bitecek. Ölümsüz değildi, bir gün ölecekti. Hem de yaşlanıp çirkinleşerek ölecekti. İşte bundan ölesiye korkuyordu. Yaşlanmak.. Çirkin görünmek. Hiç kimsenin dönüp bakmayacağı bir kadın olmaktan korkuyordu. Bu yüzden, defalarca uğraşmıştı Marquise’a olan bu sonuç alamayacağı duygulardan kurtulmayı. Fakat ne zaman buna kalkışsa karşısındaki adamlar ondan uzaklaşıyordu veya ortadan yok oluyorlardı. Jeanne bir süre lanetli olduğunu düşünmüştü. Nasıl olup da hiçbir erkek onu beğenmezdi? Tamam iki çocuktan sonra vücudu biraz çirkinleşmiş olabilirdi, ki yanılıyordu, ama illa ki birilerinin onu beğenmesi lazımdı. Bu ayrı bir merak konusuydu. En son hastanedeki doktorların bir tanesiyle çok zevkli bir akşam yemeği yemişler, ardından adama bir daha ulaşılamamıştı. Zaten kadın da ondan pek hazetmemişti. Kimse Marq’ın verdiği tadı vermiyordu. Onunla yaptıkları o atışmalar, duygularını asla ifade edemeyişleri başka hiçbir erkekte yoktu.

    Karşısında ayakta durmakta güçlük çeken adama sımsıkıya sarılmaktı içinden gelen. Fakat, her zaman kalbimizin sözünü dinlemeyiz ve Jeanne genel anlamda kalbini dinleyen bir kadın değildi. Duygularını pek önemsemezdi, onun için her zaman mantık öndeydi. Mantığının ona dediğini yapar, gerisini fazla da düşünmezdi. Kalbini dinlediği tek bir gece sayesinde çocuğu olmuştu. Ve bu hayatına yaptığı büyük hatalardan birisiydi. Çocuklarını bir hata olarak görmüyordu elbette, sadece çocuk doğurmak kariyerinde birkaç yıl geriye gitmesine sebep olmuştu… Öfkeyle dolu gözlerini adamdan bir an olsun ayırmıyor, söyleyeceklerini merakla bekliyordu. Adamın biçimli dudakları aralandı ve ardından hiçbir şey söylemeden kapandı. Kadın daha da sinirleniyordu böyle durumlarda. "Sen gidersen çocuklar ne yapacak, ev ne olacak?” Sinir dolu bir kahkaha atacağı sırada sustu yalnızca. Çocuklarını ardından bırakmayacağını ikisi de çok iyi biliyorlardı. Gerekirse çocuklarına sahip çıkmak için adama zarar bile verebilirdi. "Ya be..." Kafasını sinirle iki yana salladı. Ne diyeceksen de bir an önce der gibi. "Onun için de özür dilerim. Gelmemesini söylemiştim." Bir an neyi kastettiğini anlayamadı kadın ve adamın arkasına doğru baktı. Oldukça genç ve bakımlı bir kadın ışıldayan gözlerle ona bakıyordu. Bir iki adım attı ve adamı geçip kadına ulaştı. Kahverengi gözleri öfkeli değildi; aşağılama vardı bakışlarında. Kızı baştan aşağıya süzdü. Ne amaçla Marquise’ın peşine takıldığı belliydi; ama Jeanne buna hayatta olduğu süre boyunca izin vermeyecekti. “Tatlım, hadi evine dön. Ailen merak etmiştir. Gizli gizli camdan kaçtığını gördüklerinde nasıl da korkarlar. Vah vahhh!” dedi ve kızın hiçbir şey söylemesine fırsat bırakmadan kapıyı ardından sertçe kapattı. Tekrar adamın karşısındaydı ve şimdi tamamen yalnızlardı. Tüm kozlarını paylaşmak üzere… Hırkasının önünü çekiştirdi ve ellerini tekrar göğsünde birleştirdi. Öfkeden deliye dönmüştü, sakin olmak için derin bir nefes aldıysa da olamıyordu işte. “Gecenin körüne kadar dışarıdasın, anladık da neden bu beyinsiz kadınları evimize getiriyorsun.” Evimiz demişti, bundan dolayı iyice sinirlendi. ‘Evimizmiş, aptal seni. Nereden eviniz oluyor. Siz diye bir şey var mı da’ diye haykırıyordu bir ses içinden. Adamın sessiz kalmasından nefret ediyordu. Elini sıktı ve adamın koluna sıkı bir yumruk geçirdi. Az önce incittiği eli iyice acımıştı böylece. “Konuşsana! Gitmemi istiyorsan bunu söylemen yeterli, burada kendi isteğimle durmuyorum ben!” dedi ve hışımla mutfağa yürüdü. Nasıl oluyordu da yapıyordu böyle bir şeyi. Ailesinin yaşadığı eve tanımadığı bir kadını getirmek. Ne için gelmişti buraya? Ha, sargı. Çekmeceyi açtı ve arkasından gelen ayak sesleri çalındı kulağına. “Eğer gitmek istiyorsan gidebilirsin. Fakat çocuklarımız burada benimle kalacak.” Çocuklarımıza yaptığı gereksiz baskı kadının kalbinin her zamankinden binlerce kez daha fazla atmasına sebep olmuştu. İyice öfkelenmiş, adeta burnundan soluyordu. Adamı öldürmek geçiyordu içinden. Ölse üzülmezdi de zaten. Çocuklarım diyordu çünkü, sanki bir tek onun çocuklarıydı. “Gitmek istersen her zaman yolun açıktı. Seni burada zorla tutmadığımı biliyorsun.” Hala anlamıyordu hislerini, nasıl bu kadar aptal olabiliyordu bu erkek milleti. Çekmecedeki gümüş bıçaklardan birisini aldı ve adamın göğsüne sapladı. Bir süre bıçağa baktı ve adamın gözlerine baktı. O bıçak gümüştü ve bir anlık öfkesine yenik düşen kadın belki de hayatının aşkını az önce ölüme uğurlamıştı. “Marquise, ben… Hayır, sakın ölme.” Adam güçsüz bir şekilde yere yığılırken gözyaşları gözleirne hücum etmeye başlamıştı bile. Onsuz ne yapacaktı? Hayatta kalamazdı. Onun varlığı olmadan tek bir saniye nefes alamazdı.
    Hep derler ya, her şeyin en başı nefrettir diye. Tüm duygular ondan doğar aslında; aşkın en saf hali nefretle ortaya çıkar, sevgiyi nefret doğurur ve nicesi. Ama bazı nefretler vardır ki, en başı aşktır. Aşkın zamansın gidişiyle birlikte karanlıktan doğar ve sımsıkı sarar kişinin benliğini. Jeanne, tam da böyle bir şey yaşıyordu işte. Gençliğinde tanıyıp da tüm hayatına adamak üzere yeminler ettiği adama karşı şimdilerde ne hissettiğini bile bilmiyordu. Tek bildiği şey ona zarar gelmesinden ne kadar korktuğuydu. Okuduğu bir kitapta dendiğine göre, bir kişiye karşı hissedilen aşırı korumacılık duygusuydu aşk. Ama genç kadın hiçbir şeyi uçlarda yaşamadığı gibi bunu da uçlarda yaşamıyordu. Adamla ilk tanıştıkları zamanda ne kadar da toy, her şeye inanan bir yapısı vardı. Tek isteği üniversiteyi bırakıp herkes tarafından adı bilinen bir uzman olmaktı. Ama şimdi neydi? Ortalama kalitede bir hastanede Psikiyatrist olarak çalışıyordu. O hayalini kurduğu geleceği çocukları uğruna feda etmişti. Onlara bakabilmek amacıyla neler de çekmişti! Aklına geldikçe delirecek gibi oluyordu. Nasıl olmuştu da tüm o zorlukların üstesinden gelebilmişti? İlk yıllarda ne kadar zorlanmıştı, Marquise’dan haber alamamak, ailesine karşı gelmek mahvetmişti. Tüm hayat enerjisini elinden almıştı. Fakat, o geri döndüğünde ve çocuklarla birlikte yanında kalmasını teklif ettiğinde her şeyi unutmuştu. Sadece içinde burukluk vardı kadının. Adama karşı hep bir burukluk vardı, onu bıraktığı içindi bu. Bir kez dönüp de özür dilese geçecek gibiydi. Ama bunu bile yapmıyordu, tek yaptığı karşılaşmamaya çalışmaktı. Nasıl da mantıksız, oysaki genç kadın onun bir bakışına tav olacak kadar aşıktı adama. Fakat, o bakışı göremiyordu...

    Sevdiği adamın kapalı gözlerinde gördü sonsuzluğu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir sonsuzluğun içine doğru sürükleniyordu sanki adam. Kadın ne yapacağını bilmez bir biçimde adamı kolları arasında tutuyordu. Ölmesini istemiyordu, onun gözlerine bir kez daha bakmak istiyordu. Doyasıya bakmak istiyordu, hiç bakmadığı gibi; aşkla. Uzun zamandır ona sadece öfkeyle bakıyordu, gece yastığına koyduğunda başını pişmanlıklar yapışıyordu boğazına. Nefes almasını engelleyecek kadar ağırdı bunlar. Hades’i utandıracak kadar kibirli oluşu sadece aşkındandı oysaki. Sadece biraz fazla kıskançtı, onu başka kadınlarla düşündüğü anda bile cinayet işlemek gözünde kolay bir iş haline geliveriyordu. Tek isteği sevdi adamla birlikte olmaktı, çok şey mi bu? Araya kimsecikler girmeden bir arada olmak. Aşkı doruklarında yaşamak istiyordu. Ama geç kalmışlardı artık her şey için. Ne olabilirdi ki bundan sonra? Zaten Jeanne iyice yaşlanmıştı, kendisini olabildiğince yaşlı hissediyordu ölümsüzlerin yanında. Hem de Marquise’a ne verebilirdi ki, bir gün gelecekti ve hayata ebediyen gözlerini yumacaktı. Ölümsüzlüğüne ancak o zaman kavuşacaktı, fakat onun gideceği yerde adam olmayacaktı. Onun ölmesi fikri bile tüylerini diken diken etmeye yeterken her seferinde kollarında adamın yavaş yavaş soğumasını izleyen kadın gözyaşlarına boğulmuştu. Marquise’ı ilk defa bu kadar güçsüz görüyordu. Adamın elini bile oynatacak gücü yok gibiydi, böyle bir şey olmamalıydı. Hayır, daha çok erkendi ayrılmak için. Jeanne kendisini öldürmek istiyordu, nefret ediyordu kendisinden. Çocuklarını düşündü, ne diyecekti onarla? Babanız size çocuklarım dediği için sinirlendim ve onu bıçakladım mı? Ne mantıklı bir açıklama ama(!) Adamın gözterdiği dolapta ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Tam bir ev hanımı olmasına karşın o dolaba daha önce hiç ihtiyaç duymamıştı. Çünkü, mutfağa fazla uğramıyordu. Yaşlarla dolu gözleriyle önünü grmesi zor olmuştu ama dolabı açtı, içinde tek bir şişe vardı. Eski, tıpkı iksir şişesi gibi bir şey. Şişeyi aldı ve tekrar yerde yatan adamın yanına döndü. Hiçbir tepki yoktu, sanki.. Hayır, ölmüş olamazdı. Hemen gidip almıştı iksiri. Adamın dudaklarını araldı eliyle ve neredeyse şişenin tamamını içirdi.

    Tepkisiz…

    Gözlerine hücum eden yaşlar adeta bir sel gibi boşalıyordu. Yaptığı şeyden dolayı tüm hayatı boyunca lanetlenmişti artık. Bir anlık öfkeye yenik düşmek de ne demekti?! Kucağında yatan cansız bedene donuk gözlerle bakıyordu. Sanki görmüyordu, geçmişi görüyordu. Geçmişteydi, zaman kavramını yitirmişti. Mekandan da yoksundu o anda, bildiği hiçbir şey yoktu. Marquise’ı ilk gördüğü andan, az önce eve girişine kadar tüm sahneler gözünün önünden geçiyrodu ve içindeki o lanet olası ses susmuyordu. Israrla atalı olduğunu dile getiriyordu. Sen suçlusun, onu öldürdün! Diyordu. Adamın elini elleri arasına aldı, “Marquise, lütfen. Aç gözlerini.. ben sensiz yaşayamam. Seni, seni seviyorum. Sana bunu hiç söyleyemedim.” Hıçkırıklarla sık sık kesilen sesi mutfakta yankılanıyordu ve cama değen yağmur damlalarının sesi dolduruyordu geceyi. Sessizlikti ölümün habercisi ve o anda yeryüzünde sessizliğe gömülmüş tek bir mekan varsa o da onların evinin mutfağıydı. Genç kadın Marquise’ın elini bırakmak istemiyordu. Yüzünü adamın göğsüne yasladı ve kapadı gözlerini. Tıpkı Romeo ve Juliet’te olduğu gibi dudaklarındaki zehri içip ölmeyi ne kadar da isterdi. Fakat, o hikayede Juliet değildi Romeo’yu öldüren. Hıçkırıyordu, deli gibi hem de. Nefesi sık sık kesiliyordu bu yüzden. “Sen ölemezsin, öldüğünde ben kim için yaşayacağım… Hayır, inanmıyorum. Bu berbat bir kabul olmalı, ancak bu şekilde inanırım. Senin ölümün o kadar imkansız ki.” Kafasını kaldırdığında adamın yüzüne bakmaya ölesiye korkuyordu. Gözlerini hala açmamış olma ihtimali kahrediyordu kadını, ama el mahkum baktı adamın çehresine. Gözleri yavaşça aralanıyordu sanki, yanlış görmüş olamazdı. Donuk bir yüz ifadesiyle adama dikti gözlerini, şok olmuştu. Binlerce kez şükretti Tanrı’ya içinden ve yüzüne ışıltılı bir gülümseme yerleşti. Hırkasının koluya kuruladı gözlerindeki yaşları. Yüzünde uzun zamandır kimseni görmediği kadar içten bir gülümseme vardı, istemsizce sarıldı adama ve hemen ateşe değmiş gibi çekti kendisini geriye. Aptalca mı davranıyordu? Hayır, artık böyle şeylere takılmayacaktı. Az önce yaşadıklarını ne çabuk unutmuştu böyle. Hafif utangaç bir gülümsemeyle bakıyordu adama, az önce yaptığından dolayı hala suçluluk hissediyordu. “Sana zarar vermemek adına bir daha yaklaşmayacağım.. Sanırım hayatına çok müdahale ediyorum... Çok özür dilerim.” Ondan uzak durmak mı? Kimi kandırıyordu ki. Marquise’dan uzak durmaya çalışsa da buna katlanamazdı. Adamı görmeden geçirdiği her günün ertesinde sinirden deliye dönüyordu. Her saniye gözünün önünde olmasını istiyordu onun. Bu yüzdendi tüm hırsı, ona bakarken ilk defa içinde bir şeyler, öfke yüzünden, kopmuyordu. Kalbi tıpkı bir kuşun ilk uçuş denemesinde heyecanlandığında çarptığı gibiydi. Peki ya Marq onu öfkeyle evden kovarsa? İşte o zaman ölürdü. Ondan uzak kalmaya dayanamazdı.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Alyssha Cassidy Malfoy
Slytherin VII. Sınıf Öğrencisi | Bina Başkanı
Slytherin VII. Sınıf Öğrencisi | Bina Başkanı
Alyssha Cassidy Malfoy


Lakap : Aly, Cass
Rp Sevgilisi : Xavier Shane Raymond.
Mesaj Sayısı : 827
Kayıt tarihi : 01/11/09

Özel
Rp Puanı:
Nikolaj was here. Left_bar_bleue100/100Nikolaj was here. Empty_bar_bleue  (100/100)

Nikolaj was here. Empty
MesajKonu: Geri: Nikolaj was here.   Nikolaj was here. Icon_minitimePaz Tem. 14, 2013 9:14 am


    # Betimleme: 30/30
    # Akıcılık: 10/10
    # Yazım Kurallarına Uyum: 10/10
    # Sayfa Düzeni: 10/10
    # Renklendirme: 5/5
    # Kurgu: 25/25
    # Uzunluk: 10/10

    [ Toplam:  100 ]
    Birkaç noktalama hatası vardı ancak puan kırmadım, iyi rol oyunları efendim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Nikolaj was here.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Nikolaj was here, too.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Whisper of Death RPG :: Role Play Geçmişi-
Buraya geçin: