Neden her yabancı ev bu kadar güneşli olurdu? Güneşi görmek istemiyordu ki o. Neden kimse ona perdeleri açılmasını isteyip istemediğini sormuyordu? Güneşli aydınlık havalar eğlenmek için olurdu. Güneş insanları gülümsetmek için doğardı, böyle dememiş miydi annesi? Öyleyse Güneş kötü biri olmalıydı. Oyun oynamak istemiyordu o, gülümseyemiyordu. Neden başkalarının gülümsemesi için doğuyordu ki? Bu çok acımasızca bir şeydi.
Kendi odası da beyazlar ve diğer sakin renklerle dolu olsa da, bugün odanın tüm beyazlarına vuran gün ışığıyla, hiçbir obje bakılası durmuyordu. Gözüne gözüne batarcasına içeri giren güneşe sırtını çevirmişti bu nedenle.
Delicesine ağlayıp diğer şımarık çocuklar gibi tepinmek de istemiyordu aslında. Çoğu çocuğa nazaran daha sakin bir tepki vermesi olanlara, rahibelerin gözünden kaçmamıştı haliyle. Onu çikolatalarla ödüllendiren rahibeler tanrının annesini kutsadığını, kendisini cennette beklediğini söyleyip sakinliğine güleryüzle karşılık veriyorlardı. Ona, yapayalnız kalışına, bu zamana kadar annesiyle babasız idare edişine dair, şefkat dolu olsa da bir o kadar insanı berbat hissettirecek acıma duygusu gömülü olan bu bakışlar neredeyse bina içinde olan her insanın gözlerindeydi. Maria, küçüktü gözlerinin içindeki kederi ve acımayı göremeyecek kadar. Bu nedenle ona bakarken sadece "tuhaf" diye yorumlayabilirdi gözlerindeki tutarsızlığı. İyi bir şey olmadığını ilk anda sezmişti; sadece o bakışlara bir isim veremiyor, üzerinde duramıyordu o masum zihniyle. Birkaç defa annesine, babasına dair kısa kısa muhabbetleri de işitmişti. Zihninin her köşesine kelimeleri kazısa da, annesi hakkında bu yabancı kadınların konuşmasını istemese de sadece oturdu ona verdikleri yatakta. Ne bir çıkarım yaptı söylediklerinden, ne de yaramaz bir kız oldu. Annesi böyle olmasını isterdi değil mi? Öyleyse o da annesinin istediği gibi uslu, güzel bir hanım olacaktı.
Tabii bu geçen gece sigara içen rahibeyi herkesin arasında ifşa edip ufak çaplı bir kin çıkarma eylemi gerçekleştirmediği anlamına gelmezdi. Ancak bu ufacık bir ayrıntıydı. Sonuçta gerçeği söylemişti o. Annesi yalanın en büyük ayıp olduğunu dile getirirdi hep. Maria, annesine asla yalan söylemeyeceğine dair yemin etmişti. Bu nedenle ağzından çıkan her kelime muhakkak ki gerçek olacaktı...
Ancak buradaki insanlar ona yalanlar söyleyip, onu kandırmaya çalışmışlardı. Büyük insanların bu kadar edepsiz olmasına kızıyordu kendi kendine. Onların yalan söylediklerini bu çocuklarla dolu binaya gelmeden önce öğrenmişti. Gözlerini kısıp aynadaki yansımasına bakarken Maria olanları düşündü, kendi gözlerinin içinde büyüklerin yalanlarına dair bir video kaydı varmış gibi... Onu annesinin yanından sabah çıkartmış, uzaklara götürmeye çalışmışlardı. Maria gitmek istemese de eli mahkum ellerini tutup sürüklenmiş, akşama kadar onların annesi hakkında zırvaladıkları şeyleri dinlemişti. Ona tatile gittiğini söylediler. Cennet diye bir yere.
Ne var ki rahibeler Maria'nın bir çocuk kadar saf olsa da annesinin o hasta haliyle bir yere gidebileceğini akıl erdiremeyeceğini düşünmüşler, Maria'nın cenneti daha önce duymadığını sanmışlardı. Cennet. Tobias'ın dedesi de oraya gitmişti. Orada mutlu olduğunu söyleseler de Tobias onu dedesinin küllerine götürünce cennete giden insanların bir daha asla geri dönemeyeceğini ufak aklıyla da olsa kavrayabilmişti.
Rahibeler bir an olsun onu yalnız bırakınca, o koşarak annesinin yattığı hastane odasına gidip, üstü beyaz bir örtüyle örtülü annesinin yüzünü açtı. Biliyordu işte başından beri. Gitmemişti annesi hiçbiryere. Sadece uyuyordu, tüm o güzelliğiyle, Maria'ya anlattığı masallardaki prensesler gibi uyuyordu... Yanaklarından öptü annesinin. Onu kontrol etti. Uyandırmaya çalıştı. Defalarda sarstı onu. O buz gibi tenini bir daha unutacağını hiç sanmasa da annesinin o güzel, soluk uykusunun adının ölüyü almak için gelen morg görevlilerin, odada onun olduğu görmeyip ağızlarından kaçırışlarında öğrendi. Annesi ölmüştü.
Burdaki çoğu çocuk çok kabaydı. O Lisa'nın bebekleriyle oynayıp Bayan Jackson'ın kurabiyelerini yemek istiyordu. Buradaki yemekler çok çirkindi. Buradaki herkes çok çirkindi. Yabani görünmeyip sessiz bir kızın evcilik oyununa dahil olmuştu sadece br defalına mahsus. Aslında o kızdan biraz olsun hoşlanmıştı bile. Sadece rahibelerin yalanını görmesinin ardından her şey öylesine itici geliyordu ki, kimseye kızmak istemese de yakınlaşmaktan çekiniyor, nedenini bilemediği bir sebepten ötürü tıpkı anaokulundaki tembel çocuklar gibi bütün gün uyuyası geliyordu.
Yine de bu sabah uyandığı gün, dün kadar çekilmez değildi. Aksine merak içindeydi. Kaşlarını çatmıyordu; rahibelerin her sevişini reddetmiyor, gülümsüyor, çocukların oyun bahçesine inip onları uzaktan da olsa izliyordu. Hatta sabah kahvaltıda tabağını bile bitirmişti. Babası gelecekti. Annesinin bir daha geri dönmeyeceğinin vehametini henüz tam olarak idrak edemediği için unutmaya çalıştığı ağlama hissini babasının heyecanıyla tamamiyle örtebilmiş, onu nasıl karşılayacağını düşünüyordu kara kara. Diğer rahibelere nazaran daha katlanılabilir bir rahibe odaya girdi suratındaki bir gülümsemeyle. Rahibenin girişiyle o da artık aynadan çekti yüzünü. Maria, bu rahibeyi seviyordu. Zira diğer yaşlı kadınların o tuhaf bakışları bu kızın gözlerinde pek görünmüyordu. Belki de babasının haberini getiren kişi o olduğu için sempati duymuştu ona...
Getirdiği tarakla saçını taradı Maria'nın. Maria kuzu gibi kızın önünde oturup, hiçbir şey demeden kıvırcık, kumral saçlarını emanet etti rahibeye. Hala o yorgun his vücudunda olsa da geç kalmak istemiyordu babasına. Saçını tarayıp üstünü bir düzeltmesinin ardından direk olarak oyuncak odasına yollanmış, orada beklemesi için rahibeyi diğer görevliler görevlendirmişti. O da iki lego alıp diğer çocuklarının gökdelenine bir katkıda bulunarak vakit öldürmeye başladı.
Sonunda görevliler beklediği haberi getirdiklerinde, çocukların gökdeleni bir hayli yükseldiği için sağa sola sallanmaya başlamıştı. Onların gökdelenleriyle başbaşa bırakıp ayağa kalktı. Yüzünde bir gülümseme yoktu. Ne gibi bir ifade vermesi gerektiğini bilmiyordu fakat bu ifadesizliğin asıl nedeni yüzüne bir ifade takınması aklının ucundan bile geçmemiş olduğundandı. Bu nedenle içindeki yorgunluk, durgunluk tüm saflığıyla çehresinde su üstüne çıkmış, annesinin ona hep anlattığı o prensle tanışmak için yürüyordu elini tuttuğu rahibeyle. Annesi, babasının ne kadar sevecen, ne kadar yakışıklı bir insan olduğunu o kadar anlatmıştı ki etrafındakiler babasını suçlamaya ne kadar kalkışırlarsa kalkışsınlar, Maria'nın umurunda olmazdı. Hatta babasının yedi yıldır hiç görmemiş olduğu için ondan hiç nefret etmemişti. Annesinin hastane yatağında acılar içinde yatarken ona ihtiyaç duymasına rağmen gelememiş olmasına biraz küsmüştü, yalan söyleyemezdi Maria. Yine de bu onunla asla barışmayacağı anlamına gelmezdi.
Annesine babasını her soruşunda annesi ayrıntılarla babasını anlatır, baba eksikliğini elinde olduğunca giderirdi; Maria babası o kadar yıl yanındaymış gibi severdi. Öyle ki onu görmemiş olması minik kızın gözlerinde babasını daha bir peri masalı kahramanı kılmıştı. Gökkuşağının her zaman tepede olduğu bir diyarda, beyaz atıyla işi olduğu için gelemeyen prens...
Sonunda son kapıdan da geçince derin bir nefes aldı, hafifçe vücudunun ufak bir kısmını rahibenin arkasında sakladı. Ancak adamı orada, tek başına görünce rahibenin elini bırakmış, öne doğru çıkmıştı. Dudakları aralanmış bir adama baktı, bir rahibeye. Bir süre adamı süzmesinin ardından dudaklarını kapattı nihayet. Rahibeye döndü, kısık bir sesle konuştu. "Lütfen gider misiniz?"
Maria, çekingen bir kız değildi, hayır. Daha önce hiç görmediği babasıyla karşılaşınca utanacak veya ürkecek hiçbir şey yoktu. Hatta bu gibi anı bir yetişkin edasıyla, kendi başına yaşamak istiyordu. Onlara neydi ki babası? Bu an, babası ve onunla ilgiliydi sadece. Diğerlerinin araya girmesini ve babasıyla karşılaşmasını bölmesini istemiyordu. Kararlı bakışlarını odada bulunan diğer kadına da döndürüp, ona da aynı şeyi bakışlarıyla söyledi.
İkisi de sonunda çıkınca rahat rahat bakışları babasının üzerinde gezinebilirdi artık.
Siyah saçları gözüne takıldı ilk. O kuzguni karası saçları kesinlikle diğer gördüğü siyah saçlar değildi. Daha sonra gözlerine kilitlendi. Kesinlikle ilk baktığı saçlarından daha güzeldi gözleri adamın. Annesinin dediği gibi, tıpkı bir prensin gözleri gibi... Ellerini arkasında birleştirip aynı ifadesiz, ama meraklı ifadelerle baktı adama. Ne saçı, ne gözü uyuşuyordu kendisiyle. Uzun bir sessizlik geçti sadece ona bakarak. Ne bir şey dedi, ne de meyil etti ona karşı. En sonun omuz silkti tıpkı şu şampuan reklamlarındaki ufak kızlar gibi. "Bana hiç de benzemiyormuşsun." dedi olabilecek en sakin sesle.
Baba demesi gerekiyordu değil mi? Söylemesi zor olur muydu ki? Daha önce hiç baba dememişti ki -yani şu diğer çocuklara "benim babam bir prens" diye hava atması dışında... Belki de bunun için ondan izin alması gerekiyordu...